Yazarlar
ÜÇ AYLAR

Üç aylara girmiş bulunuyoruz. Üç aylar veya mübarek aylar olarak bilinen Hicri takvimde Recep, Şaban ve Ramazan aylarıdır. Üç aylar faziletli sayıldığı için bu aylarda ibadetler arttırılır, günahlardan sakınıp Ramazan ayına hazırlık yapılır.
Dini kültürümüzde mübarek sayılıp kutlanan Regaip, Miraç, Berat ve Kadir Gecelerinin bu aylar içerisinde olması da ayrı bir nitelik taşır. Peygamberimiz Recep ayı girdiğinde: “Allah’ım Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” şeklinde dua ettiği ve “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim, Ramazan da ümmetimin ayıdır” buyurmuştur.
Bu aylar gündelik hayatımızı sorgulamak için önemlidir. Elbette muhasebe her zaman şarttır. Ömrümüzü nerede ve ne uğrunda tükettiğimizi düşünmek önemlidir.
Dünya ve ahirette bize faydası olmayan şeyleri terk etmek önemlidir. Çirkin ve kötü huylardan arınıp güzel ahlak sahibi olmak önemlidir.
Hata ve günahlarımızdan pişman olmalıyız. Günahların affına vesile olacak üç ayların manevi ikliminden istifade etmek gerekir.
Kuran-ı Kerim’in Abese Suresi 35. ve 37. ayetlerinde beyan edildiği üzere: Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, eşinden, çocuğundan bile kaçacağı, hiç kimsenin kimseye fayda vermeyeceği o dehşetli mahşer gününe hazırlanmak için bu üç aylar ayrıca bir fırsattır.
İşte bu mübarek sayılan üç ayları fırsat bilerek kulluk bilinciyle geçirilen her anımız kıymetlidir. Bu mübarek üç ayları en güzel şekilde değerlendirme cihetine gidelim inşallah!
Üç aylar hakkımızda hayırlara vesile olsun.
Yazarlar
7 ÖNEMLİ KURAL

- Hayat, sabır ve şükür arasında geçer. Halinize çok şükredin çok dua edin mutlaka rahatlarsınız.
- Kaybettiğiniz veya başaramadığınız zaman üzülmeyin, vazgeçmezseniz başarırsınız.
- Sağlıklı bir hayat için beyni rahatlatmalı, yüreği boşaltmalı, kafanızı çok şeye takmayın. Bedeninizi koruyun sağlığınızı kaybetmeyin.
- Dostlarınız ve arkadaşlarınız size ihanet ederlerse siz onlara ihanet etmeyin, kazanan siz olursunuz.
- Bu hayatın geçici olduğunu sürekli aklınızda tutun sinir, öfke, hayal kırıklığı ve stresi gibi illetlerden emin olursunuz.
- Mutlu olmak istiyorsanız beklenti içinde olmayın. Hayatta senin istediğin değil, kendi istediğiniz oyunu oynayın bırak siz de oynamaya devam edin.
- Eşinizi, yoldaşınızı iyi seçin. İstediğiniz gibi olmasa bile sabredin. Hayatı kendinize zindan etmeyin.
Yazarlar
KÖY KORUCULUĞU VE KÖY KAHYALARI

Türkiye, 12 Kasım 2012 yılında 6360 sayılı kanunla büyükşehir belediyeciliği ile tanışmış oldu. Bu yasa gereğince büyükşehirlerin kapsamına giren ilçelerin belediyeleri ve köyleri hizmet alma ve altyapı çalışmaları tümüyle büyükşehir belediyeleri tarafından yürütülecekti.
İlk bakışta bu değişikliğin, köy muhtarlıklarının sadece il özel idaresinde kendilerine ayrılan kaynaklarla yürütmeye çalıştıkları hizmetlerin belediye eliyle yapılacak olması nedeniyle, köylere ve köyde yaşamını sürdüren halkımızın günlük yaşamına önemli kolaylıklar ve rahatlıklar getireceği varsayıldı.
Ama icraatta pek de öyle olmadı.
Yasa, köy tüzel kişiliğine ait taşınmazların ve halkın kullandığı bütün sosyal tesis ve arazilerin muhtarlıklardan alınarak belediyelere devri neticesinde, köylerin kendi iradeleriyle köy yararına bir şeyler yapmaları imkânsız hale getirildi. Köy muhtarlarını halk seçmesine rağmen, muhtarların köyüne hizmet etmesi ve köy halkı ile planlayarak bir şeyler yapması neredeyse imkânsız hale geldi.
Köy muhtarlık sistemi, belediye bürokrasisinden rica ve minnet ile bir şeyler koparabilirse koparacağı, belediye bürokrasisiyle kuracağı ilişkinin düzeyine kaldı. Bu da köyler arasında eşit hizmet alımını, hizmetin eşit paylaşımını imkânsız hale getirdi.
Çöplerin toplanması, köy hizmet binalarının bakım ve onarımları, köy sosyal tesislerinin temiz ve hijyenik şekilde hizmet vermesi bu yasanın olumlu yanları arasında yer alsa da; köylerin mahalleye dönüştürülüp kendi öz kaynaklarının ellerinden alınması, köylerde yaşayan halkımızın her şeyi belediyelerden beklemesine sebep oldu.
Bu durum, köylerimizdeki imece geleneğini ortadan kaldırdı. Köy halklarının yardımlaşma ve dayanışma içinde sürdürdüğü geleneklerin bir kenara bırakılmasına sebep oldu. “Mallarımızı, mülklerimizi belediyeler elimizden aldı; hizmeti de onlar yapsın!” serzenişleriyle köylerdeki birçok gelenek ortadan kalktı. Zannımca bunların başında da köy koruculuğu ve kahyalık gelir.
Bugünlerde Karacabey’in gündemine oturan büyükşehir yasasıyla, zaten eski geleneksel işlevlerinden çok uzak, maaşlarını belediyelerin verdiği -onu da yarım maaş olarak ödediği- hizmetli sistemi, pek de işe yaramamış; eski sistem köy koruculuğunu mumla aratır olmuştur. Çünkü eski köy korucuları maaşlarını köy bütçesinden alır, muhtarlık bütçesi yetmeyince maaşları bütün köy halkı tarafından “salmalarla” toplanan paralardan ödenirdi.
Korucular, köy muhtarına ve köy halkına karşı bir işçi-işveren ilişkisi çerçevesinde hizmet verirdi. Köy korucusu, kendisine zimmetli silahıyla aynı zamanda köyün ve köy halkının güvenliğinden sorumlu tutulur; köye gelen devlet erkânı ve misafirlerle de ilgilenirdi. Şimdi köylerde böyle bir muhatap bulana aşk olsun!
Köy korucularının görevleri gece 24.00’te başlar, sabah namazına kadar köye gireni çıkanı gözetler, köy halkının huzurlu ve güvenli bir uyku uyumasını sağlardı. Köylü vatandaş bilirdi ki; köydeki hayvanına, ekipmanına gelecek bir saldırı ve hırsızlıkta, uyumayan bir korucusu, köyü bekleyen bir bekçisi var.
Bir de köylerin kahyaları vardı. Yine, ücretini köy halkının ortaklaşa ödediği; köyün bütün sosyal hizmetlerini gören, köylerimizin temizliğinden köye gelen misafirlerin ağırlanmasını sağlayan kahyalar, köy muhtarlarının sağ kollarıydı. Köy okullarının temizlenmesi de onların asli görevleri arasındaydı. Şimdi ara ki bulasın!
Büyükşehir yasasıyla köylerimizin niteliği mahalle oldu. Belki… Ama ne korucuları kaldı ne de kahyaları. Ellerinde ne varsa, hepsi alındı. Kaderleri, acı ama gerçek, belediyelerin eline kaldı.
Köylerin hizmeti ise yine kendilerine kaldı …
Kamuoyunun Takdirine
Yazarlar
BEĞENİLMEKTEN ÖTE: İNSAN NEDEN KABUL GÖRMEK İSTER?

Sosyal medyada paylaştığımız bir fotoğrafa gelen beğeni sayısı, yaptığı olumlu davranışta aferin bekleyen çocuk, toplum içinde kendi fikrimizi belirtmekten korkmak, bir arkadaşımızın bizi ne kadar onayladığı ya da toplum içinde nasıl algılandığımız … Farkında olalım ya da olmayalım, insan olarak hepimiz bir yerlerde “onaylanmak” istiyoruz. Bu yalnızca bir ego meselesi değil; bu, ruhsal yapımızın en temel taşlarından biri olan kabul görme ihtiyacı ile doğrudan ilgili. İnsan olarak doğamız gereği sosyal varlıklarız ve kimlik gelişiminden itibaren birçok alanda kabul görmeye ihtiyaç duyarız. Özellikle erken çocukluk yıllarımızda kurulan ilişkilerde sevgi ve onayla karşılaşmak, kendilik değerimizin inşasında temel rol oynar. Bu ihtiyaç yaşam boyu sürer; çünkü kabul görmek, “ben yeterliyim” duygusunu besler. Bu yüzden bireyler fark etmeden başkalarının beklentilerine göre şekillenebilir, kendi fikirlerini bastırabilir. Onay almak uğruna “kendisi olmayan” davranışlar sergileyebilir. Gülümsediği hâlde içten içe kırgın olan, hayır diyemediği için tükenen birçok insanın ortak noktası, aslında yalnızca görülmek ve kabul edilmek istemesidir.
Psikolojide bu ihtiyaç, bireyin benlik gelişiminde oldukça merkezi bir yer tutar. Özellikle gelişim psikolojisi kuramlarına göre, çocukluk döneminde bakım verenlerin çocuğa sunduğu sevgi ve onay, çocuğun “ben değerliyim” algısını inşa eder. Ancak bu sevgi çoğu zaman koşulludur ve çocuk, sadece “uslu olduğunda”, “başarı gösterdiğinde” ya da “ebeveynin beklentilerine uyduğunda” takdir edilir. Bu da çocuğun zihnine şu temel inancı yerleştirir: “Sevilmek için bir şeyleri hak etmeliyim.” Psikanalitik kuramda buna “koşullu benlik” denir; kişi zamanla öz benliğinden uzaklaşıp, toplumun onaylayacağı bir “ideal benlik” kurgular. Aslında tam olarak yetişkinlikte onay arama davranışımızın kökeni de buraya uzanır. Sürekli birilerine “yeterli” ya da “doğru” olduğumuzu kanıtlama çabamız, bir zamanlar koşullu olarak aldığımız sevginin izlerini taşır. Ve bu durum sadece bireysel değil, kültürel bir gerçekliktir. Kolektif toplumlarda “başkaları ne der?” cümlesi, bireyin içsel ihtiyaçlarının önüne geçer. Onaylanmak, sevilmenin şartı hâline gelir.
Carl Rogers’ın da belirttiği gibi, insanın psikolojik olarak sağlıklı gelişimi için koşulsuz olumlu kabule ihtiyaç vardır. Ancak gerçek hayat her zaman bu kadar ideal değildir. Bu noktada Carl Jung’un da dediği gibi, “Kabul edilmediğimiz yerde iyileşemeyiz.” Bu yalnızca başkalarından değil, kendimizi de kabul görmemiz gerektiğini hatırlatır. Çünkü içsel barış, dışarıdan gelen onaya değil, içeride kurulan şefkatli diyaloğa bağlıdır.
Peki çözüm nedir?
Kabul görmek istemek bizim insani olarak en temel ihtiyacımızdır. Sevildiğimizi bilmek, değerli hissetmek ve ait olmak, ruhsal sağlığımızın temel taşlarını oluşturur. Bu ihtiyaç asla “yanlış” ya da “zayıflık” değildir. Ancak bu ihtiyaç hayatımızın merkezine yerleştiğimizde ve tüm kararlarımızı belirlemeye başladığında, benliğimizi yavaşça başkalarının ellerine bırakırız. Kendi değerimizi, aldığımız alkışlarla ölçmeye, kendimizi bir başkasının gözünden tanımlamaya başlarız. Burada bireyin, kendi iç sesini oluşturmaya ve onayı önce kendinden almayı öğrenmeye ihtiyacı vardır. Onay bir ihtiyaç olabilir, ama bağımlılık hâline geldiğinde özdeğerimizi tehdit eder ve kendi içsel onayımızı aramaya başladığımızda, başkalarının onayı bir ihtiyaç değil yalnızca bir yankı olur.
-
Bursa Bölge5 yıl ago
“Türkiye, Doğu Türkistan’a sahip çıkmalıdır”
-
Genel4 ay ago
KARACABEY BELEDİYESİ’NDE GÖREV DEĞİŞİKLİKLERİ
-
Ekonomi5 yıl ago
Sütaş’tan “Tereyağı” açıklaması
-
Bursa Bölge4 ay ago
KARACABEY AK PARTİ BURSA’DA YER BULAMADI
-
Bursa Bölge4 ay ago
CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN BURSA’DAN SESLENDİ: ASGARİ ÜCRETİN ARKASINDA DURDU BOYKOT ÇAĞRISI YAPTI
-
Bursa Bölge4 ay ago
İŞİTME HASTALARI İÇİN YENİ HİZMET DEVREYE GİRDİ
-
Bursa Bölge9 ay ago
NİLÜFER ÇAYI İÇİN İŞBİRLİĞİ
-
Bursa Bölge7 ay ago
BURSA ULAŞIMINDA ‘YAPAY ZEKA’ DÖNEMİ
Warning: Undefined variable $user_ID in /home/u2093656/public_html/wp-content/themes/zox-news/comments.php on line 49
You must be logged in to post a comment Login