Connect with us

Yazarlar

EH ÇOCUKLUK İŞTE?

Bildiğiniz gibi Güney Amerika ve Orta Amerika ülkelerinde sık sık askeri darbeler olur.

Yine bir Güney Amerika ülkesinde darbe olur. Ülkenin yazarları, düşünürleri, aydınları cezaevine konur. Uzun bir süre, örneğin bir yıl kapalı tutulduktan sonra sadece bir yakınıyla ve beş dakika görüşmelerine izin verilir. Herkes görüşmek istediği kimsenin ismini ve yakınlık derecesini günler önceden ilgililere bildirilir. Bir şair olan Marko´da görüşmek için küçük kızının ismini verir.

Nihayet görüşme anı gelir. Şairin ismi anons edilir. Marko görüşme yerine doğru yöneldiğinde, kapının arkasında elinde bir kağıtla küçük kızının kendisine heyecanla koştuğunu görür. Tam bu sırada kapıda bekleyen iri kıyım, bet sesli gardiyan kızın karşısına dikiliverir. Tok bir sesle. Dur bakalım. Elindeki ne. Kontrol edilmeden görüşme yerine girmek yasak der.

Küçük kız: Kuş resmi. Babama götürüyorum.

Görevli: Hayır gidemezsin. Önce yasaklar listesine bakmalıyım. Kuş resmi serbestse geçebilirsin.

Görevli kendine has, ukala tavırlarıyla listeyi dikkatlice inceler. Sonuçta küçük kıza döner ve hayır kuş resmini cezaevine sokmak yasak der. Ve küçük kızın elindeki kâğıdı yırtıp atarak hadi geç bakalım der.

Zavallı kız ağlayaraktan babasına koşar. Boynuna sarılır. Hıçkırıklara boğulmuş bir vaziyette, babacığım sana kuş resmi yapmıştım. Görevli amca yırttı der. Zaten çok kısa olan görüşme süresi sona eriverir.

Aradan bir yıl daha geçer. Yine görüş günü belirlenir. Şaire kiminle görüşmek istediği sorulur. O da yine küçük kızının ismini yazar verir.

Beklenen an gelir. Kız kapıda belirir. Yine elinde bir kâğıt. Aynı görevli bu defa da karşısına dikilir ve bir önceki tavırlarıyla sorar. O kâğıt ne?

Küçük kız: Ağaç resmi.

Görevli: Dur bakalım. Önce bir yasak listesine bakalım. Ağaç resmi yasak mı?

Listeyi şöyle bir tepeden tırnağa inceledikten sonra geçebilirsin. Ağaç resmi yasak değilmiş der.

Küçük kız elindeki kağıtla koşa koşa gider babasını kucaklar ve elindeki kâğıdı verir.

Babası: Hımm ne güzel ağaçmış. Baksana meyveleri de var der.

Kız etrafına dikkatlice baktıktan sonra parmağıyla da sus işareti yaparak, babacığım onlar meyve değil. Kuş kuş. Onları sana getirebilmem için yaprakların arasına sakladım.

Çocukluk böyle bir şey işte.

Bize de çocukluğumuzda yerde yatan insanın üzerinden atlamamız öğütlenirdi.

Kazara atlamışsak tekrar geri atlardık. Zira üzerinden atlanan kimse küçük kalır ve hiç büyümezmiş.

Nur içinde yatsınlar. Allah mekanlarını cennet eylesin. Rahmetli anam ve babam sıcak bir Temmuz günü ekin biçmekten gelmişlerdi. Bilenleriniz vardır, köy evleri topraktan olur. Kışın sıcak, yazın serindir. Odada yere serilmiş şilteler (minder) üzerine yan yana uzanmış o yorgunlukla mışıl mışıl uyuyorlardı. Bu manzara yıllar sonra bugün hala gözlerimin önündedir.

Bu arada üzerinden atlanan insan hiç büyümez söylentisi aklıma geldi. Hemen üzerlerinden atlamaya başladım. Defalarca atladım. Çünkü ne kadar çok atlarsam o kadar küçük kalacaklar ve de o kadar geç öleceklerdi.

Eh çocukluk işte

Continue Reading
Click to comment

Warning: Undefined variable $user_ID in /home/u2093656/public_html/wp-content/themes/zox-news/comments.php on line 49

You must be logged in to post a comment Login

Leave a Reply

Yazarlar

ÇOCUĞU ÇOCUKLUKTA ÖLDÜRMEK

İkitelli’deki işyerinden Beşiktaş`taki evimize doğru yol alıyoruz.

Trafiğin sıkıştığı her noktada elinde kağıt mendiller yada cam silme fırçaları ne bileyim küçük su şişeleri olan çocuklar atlıyor arabaların önüne. Şu kış günlerinde soğuktan yüzü gözü morarmış, üstleri başları perişan, üç beş kuruş uğruna ölümle dalga geçiyorlar adeta.

Ya da gittiğiniz gecekondu mahallerinde çamurlara gömülü daha çok kulübeye benzeyen evimsi bir yapının kapısından arı oğlu gibi sokağa çıkan çocuklar. Ellerinde bir parça kuru dilim ekmek, küçücük dişleriyle kemirmeye çalışıyorlar.

Daha 14’ünde 2 inek değerinde başlık parasına satılan kız çocukları.

Özellikle kırsal kesimlerde daha çokta ülkemizin belirli yörelerindeki kız çocuklarının;

Yüzleri vardır ama, sevmeleri yasaktır.

Duyguları vardır ama aşık olmaları yasaktır.

Akılları vardır ama kendilerine ait kararları almaları yasaktır.

Aksine davranmalarının cezası ölümdür.

Kimileri de dilenmek için yetiştirilmiştir. Hatta bu mesleği(!) icra edebilmeleri için özel olarak eğitilmektedirler.

İşini yaparken es kaza başkalarının çalışma bölgesine girecek olurlarsa Bedrettin`in başına gelenler gibi öldüresiye dövülüp yol kenarına atılı verirler. Eh! Her işte olduğu gibi dilencilerde çeteleşmişler. Yabancıya yaşam hakkı yok.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım çocuk manzaralarında gördüğüm gerçek, vardığım sonuç; bu çocuklar yaşamıyor. Daha çocukluklarında öldürülmüş. Sadece nefes alıp vermeyi yaşamak kabul edersek ne ala.

Geçenlerde gazetede bir haber gözüme ilişti. “HARANLI HÜSEYİN`İ KÖPEK ISIRDI VE HÜSEYİN SONUNDA ÖLDÜ.” Haber şöyle devam ediyordu.

Anne Hayriye Erçal gazetecilere;

“Oğlum ağlayarak köpek elimi ısırdı dedi. Eşim çalışmaya Mersin`e gitmişti. Ben de kadın başıma bir yere gidemezdim. Aradan 40 gün geçtikten sonra oğlum sudan, ışıktan korkmaya başlayınca hastaneye götürdük.” diyerek göz yaşı dökmüş.

8 yaşındaki Urfalı Hüseyin`i kim öldürdü dersiniz?

Hüseyin`i parmağını ısıran kuduz köpek öldürmedi.

Köpek tarafından ısırılan çocuğu derhal doktora götürmeyen anne öldürmedi. Çünkü böyle bir bilinci yoktu Hayriye Erçal`ın.

Yıllardır 18 milyar dolar para dökülen GAP`a rağmen, Çukurova`ya ırgatlığa giden babası da öldürmedi.

Kimler öldürdü biliyor musunuz?

Yöre insanını HASTA-DOKTOR ilişkisini kuramayacak kadar cahil bırakanlar öldürdü.

Çocuklarına ekmek parası kazanmak için, babayı gurbete gitmek zorunda bırakanlar öldürdü.

Buralara yatırım yapıpta yöre insanlarına iş, aş olanağı tanımayanlar öldürdü.

Her fırsatta Kürt halkının temsilcileri olduklarını söyleyen ama bir türlü yüzde onu`nun temsilcisi olmayı başaramayan, üstüne üstük çeteleşip, buralara giden devlet yatırımlarını baltalayanlar öldürdü.

Yöreye aydınlanma götüren öğretmeni, sağlık hizmeti veren doktoru, güvenliği sağlayan askeri, polisi katledenler öldürdü Hüseyin`i.

Sayın yetkililer; yoksulluktan çatırdayan yuvaları birkaç torba kömürle kurtaramazsınız. Sizin göreviniz herkesi iş sahibi yapmaktır. Sonra da her aile üç çocuk yapsın söylemi yerine “HERKES BAKABİLECEĞİ KADAR ÇOCUK YAPSIN” demek olmalıdır. Yazık oldu Harranlı Hüseyin`e. Bu dünyayı “küçücük bir gemicikle” değil ama küçücük bir tabutcuk`la terk etti.

İnanıyorum ki Hüseyin`in minnacık elleri kıyamet günü yukarıda saydığım suçluların iki yakasında olacaktır.

Continue Reading

Yazarlar

BATI ATATÜRK’Ü NİÇİN SEVMEZ

Batı´nın büyük devletleri Kemalizm´i kendileri için hep tehlike olarak görmüşlerdir. Hala da görmektedirler onların çıkarlarına Ortadoğu´nun çağdışı prenslikleri, şeyhlikleri krallıkları uygun düşmektedir.

Bu nedenle de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Kurtuluş Savaşı´nda padişah Vahdettin´i desteklemişlerdir.

O dönemle ilgili olarak bir İngiliz yüzbaşı olan Armstrone bir raporunda şöyle der;

Padişahın lehinde bulunmak bize göre en sağlam siyasettir. Her emrimizi yerine getirmeye hazırdır.

Vahdettin güdümündeki bir dernek bildirilerinde şunları söylüyordu:

Yunan ordusunun, halifenin ordusu sayılması gerekir. Asıl kafaları koparılacak mahluklar Ankara´dadır. Kim ki, milliyetçilerle beraber Yunana karşı gelirse, şeran kâfirdir.

Padişah Vahdettin´in Adliye Nazırı Ali Rüştü ise, Yunan ordusunun başarısı için dua edilmesini istiyordu.

Türkiye´ye o günlerde birkaç kez gelen Arnold Toynbee şöyle diyordu;

Yeryüzünde hiçbir devrim, Kemalist Türk Devrimi kadar şaşkınlık yaratmadı.

Atatürk hiçbir yurtdışı geziye çıkmadığı halde ünlü devlet adamları, krallar, şahlar, başbakanlar Ankara´yı ziyaret kuyruğunda idiler.

Batı Atatürk´ü istemedi. Çünkü çıkarlarına aykırıydı. Bunun dört temel nedeni vardır.

Birincisi

Laik-Demokratik Kemalist Model: İhraç etmeye elverişli değildir. İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar.? Ilımlı İslam ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, batının çıkarlarına daha uygundur. Üstelik petrol zengini Ortadoğu ülkeleri için bu model tehlikelidir.

İkincisi

Kemalizm´in temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ilke de batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğu´da büyük bir güç olmamalıdır.

Üçüncüsü

Türkiye´nin Kürtlere özerklik vermesi peşinden federasyonu getirir. Bir adım ötesi komşu devletin (Irak´ın) parçalanıp, bağımsız bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Başta ABD ve batıya muhtaç bir devlet her zaman en iyi çözümdür.

Ancak bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye´de Atatürk ilkelerinin ortadan kaldırılması gerekir.

Dördüncüsü

Yenidünya düzeninde (Küreselleşme), uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel Ulusal devlettir. Türkiye´de Atatürkçülük yıkılmadan, Ulusal Devlet´in de yıkılması mümkün görünmemektedir.

İşte ABD ve Avrupa´da dün var olan bugün var olmaya devam eden ve hiç kuşkunuz olması yarın da varlığını sürdürecek olan bu düşüncelere karşı gözümüzü dört açmalıyız. İçte ve dışta olup bitenin farkında olmalıyız.

Aslında Atatürk batılılaşma derken uygarlaşmayı kastetmiştir. Bunu yaparken de kendi ulusunun ulusal özelliklerini koruma kararlığını göstermiştir.

Atatürk ne yabancı sermayeye karşı olmuştur ne de başka uluslarla iş birliğine. Ama vazgeçilmez koşulu Eşitlik ilkesidir.

Yabancı sermayeye evet, ulusal çıkarların ve bağımsızlığın yara almaması koşuluyla.

Bir kez daha yineleyeyim. Batının sevmemesine, hatta batıya karşın Kemalizm´ bir uygarlaşma hareketidir.

Continue Reading

Yazarlar

DEPREMDE KARACABEY NE KADAR GÜVENLİ?

Son günlerde kafamda aynı soru dönüp duruyor:

“Karacabey gerçekten ne kadar güvenli?”

Eskiden bu soruyu kendime pek sormazdım. Çünkü deprem sanki bizim için uzaktaki bir felaketti. Televizyonda gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz, ama bizim başımıza gelmeyecek bir olay gibiydi.

Ama son aylarda, özellikle Sındırgı merkezli depremler sonrasında hepimiz anladık ki; deprem artık kapımızın eşiğinde. Hatta belki çoktan içeri girdi bile.

Her sarsıntıda aynı düşünceler gelip oturuyor zihnimin bir köşesine:

Evim ne kadar sağlam?

İşyerimin bulunduğu bina dayanıklı mı?

Her gün oturduğum kahve, alışveriş yaptığım market, çocukların gittiği okul ne kadar güvenli?

Ve daha büyük bir soru:

Ya yaşadığımız bu şehir, Karacabey, ne kadar güvenli?

Faylar çevremizi sarmış durumda

Bu sorunun cevabını ararken küçük bir araştırma yaptım. Ve karşıma çıkan tablo, açıkçası beni oldukça tedirgin etti. Bende bunu Karacabey halkıyla paylaşmak istedim.

Çünkü Karacabey ve çevresi, çok sayıda aktif fay hattıyla çevrili.

Yani, sadece uzaktaki bir tehlikeden değil, bizi doğrudan ilgilendiren bir riskten söz ediyoruz.

İşte Karacabey’e en yakın ve potansiyel olarak yıkıcı etki yaratabilecek bazı fay hatları:

Uluabat Fayı: 7 büyüklüğünde deprem üretebiliyor.

Karacabey Fayı: 6 ve üzeri büyüklükte.

Mustafakemalpaşa Fayı: 7 ve üzeri.

Zeytinbağı Fayı: 7 ve üzeri.

İznik Fayı: 7.5 ve üzeri.

Gemlik Fayı: 7.5 büyüklüğünde.

Manyas Fayı: 6.5 büyüklüğünde.

Bursa Fayı: 7.5 büyüklüğünde.

Yenişehir–Kayapa Fayı: 7.5 ve üzeri.

Orhaneli Fayı: 6 ve üzeri büyüklükte.

Yaptığım araştırmada uzmanların ortak görüşü şu:

“Bu fayların büyük bir kısmı uzun süredir enerji biriktiriyor. Yani, tekrarlama zamanları gelmiş hatta bazıları için geçmiş durumda.”

Zemin sağlam değil, risk büyük

Karacabey’in jeolojik yapısına baktığımızda tablo biraz daha kararıyor. Bölge, tarih boyunca denizin çekilmesiyle oluşmuş alüvyon bir ova üzerine kurulmuş.

Kum, kil ve çakıl karışımı zemin — yani jeolojik adıyla “Genç Çökel” — deprem sırasında enerjiyi yutmak yerine büyütüyor.

Bu da şu demek:

Deprem olduğunda, bu zemin üzerindeki yapılar daha fazla sarsılıyor.

Üstelik ilçemizin büyük bölümünde yeraltı suyu seviyesi çok yüksek.

Bu durum “sıvılaşma riski” doğuruyor. Yani, bir deprem anında toprak, su gibi davranıyor; zemin taşıma gücünü kaybediyor.

Sarsıntı sırasında binaların kayması, devrilmesi, temellerin çökmesi işte bu yüzden oluyor.

Binalar ne kadar güvenli?

Bugün Karacabey’de 20–30 yıl önce yapılmış çok sayıda yapı var.

O dönemdeki deprem yönetmelikleri bugünküler kadar sıkı değildi. Yani, o binaların birçoğu yeni yönetmeliklere göre riskli sayılabilir.

Dahası, geçmişte en fazla 2–3 katlı evler varken, şimdi aynı zemin üzerinde katlar yükseliyor.

Peki bu ruhsatlar hangi zemin etütlerine göre veriliyor?

Yapı denetimleri yeterli mi?

Bu soruların mutlaka net, şeffaf cevaplara ihtiyacı var.

Ayrıca Bitişik Nizam yapılaşma ise ayrı bir risk. Depremde bir bina çökerse, hemen yanındakini de peşinden götürebiliyor. Dar sokaklarda yolların kapanması, arama kurtarma ekiplerinin ulaşamaması gibi zincirleme tehlikeler ortaya çıkıyor.

Uzmanlar uyarıyor

Görüşlerine başvurduğum jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisleri birkaç noktada hemfikir:

“Karacabey’in zemini zayıf, sıvılaşma riski yüksek. Fay hatları aktif, tekrarlama süreleri doldu. Depreme hazırlık planı mutlaka güncellenmeli. Acil toplanma alanları belirlenmeli, halka açık şekilde paylaşılmalı. Binalar ve köprüler düzenli olarak denetlenmeli. Halk bilinçlendirilmeden gerçek bir hazırlık yapılamaz.”

Bir mühendis şu cümleyi kurdu, aklımdan çıkmıyor:

“Depremi engelleyemeyiz ama bilgisizlikle birleşirse, o zaman felaket olur.”

Ne yapılmalı?

Depremi konuşmak moral bozucu olabilir, ama görmezden gelmek daha tehlikeli. Bu yüzden yapılması gerekenleri açıkça söylemek zorundayız:

Karacabey için kapsamlı jeolojik ve jeofizik haritalar hazırlanmalı, halka açık hale getirilmeli.

Acil durum planı her yıl gözden geçirilmeli ve tatbikatlarla desteklenmeli.

Yollar, kamu binaları, hastaneler… Hepsi düzenli olarak dayanıklılık testlerinden geçmeli. Çünkü bu yapılar sadece taş ve betondan ibaret değil; bir kentin güvenli geleceğini temsil ediyor.

Özellikle köprüler! Çünkü köprüler, bir ilçenin nefes borularıdır. Karacabey’e giriş ve çıkışların büyük kısmı köprüler üzerinden sağlanıyor. Olası bir afette bu köprülerin zarar görmesi, sadece ulaşımı değil, hayatı da durdurur. Yardım ekiplerinin ilçeye ulaşamaması, saniyelerin bile hayati önem taşıdığı anlarda büyük bir felaket anlamına gelir.

Bugün değilse bile, bir gün bu testlerin eksikliğiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz. O yüzden köprülerimizi, yollarımızı, kamu binalarımızı sadece bugünün konforuyla değil; yarının güvenliğiyle de ölçmek zorundayız.

Ayrıca riskli ve harabe durumdaki binalar için kentsel dönüşüm planı uygulanmalı.

Halk eğitimi ve arama kurtarma kursları yaygınlaştırılmalı.

Toplanma alanları belirlenip, tabelaları net şekilde yerleştirilmeli.

Okullarda deprem tatbikatları sadece formalite değil, hayat kurtaran eğitimler haline getirilmeli.

Asıl soru: Biz hazır mıyız?

Bugün uzman görüşleri ve gözlemlerim bana şunu söylüyor:

Evet, Karacabey’i de etkileyecek bir deprem olacak. Ama asıl mesele, “ne zaman olacağı” değil; biz buna ne kadar hazırız?

Belediyemiz, Kaymakamlığımız, İtfaiye, AFAD…

Her kurum kendi üzerine düşeni yapıyor mu?

İtfaiye ekipleri depremde oluşacak yangınlar için hazır mı? Yeterli teçhizatı var mı?

Yoksa bu konu da diğer gündemler gibi birkaç gün konuşulup sonra unutulacak mı?

Ben, bu soruları sadece bir gazeteci olarak değil, bu şehirde yaşayan biri olarak soruyorum. Çünkü bir gün gerçekten büyük bir sarsıntı olduğunda, bu soruların cevabını değil, sonuçlarını yaşayacağız. O nedenle vebal almayalım!

Depremi engelleyemeyiz. Ama hazırlıklı bir şehir, bilinçli bir toplum, denetlenen binalar, açık ve şeffaf yönetimlerle yıkılmadan da ayakta kalabiliriz.

Unutulmasın ki gerçek güvenlik, fayların ne kadar uzakta olduğu değil; önlemlerin ne kadar yakında olduğudur.

Continue Reading

Trending