İsmail Hakkı Özsarı
Bakmakla görmek farklı şeylerdir. Durmakta dinlemekte öyledir. Biri konuşur. Diğeri dinler gibi yapar. Aslında anlamını vermediği bir takım sesler duymaktadır.
Lokallerde, kahvehanelerde halk televizyonlarında ne kadar çok rastlarız böyle diyaloglara.
Aslında karşısındaki konuştuğu sürece, o sadece vereceği cevapları tasarladı.
Duydu ama dinlemedi.
Dinlemeyi beceremeyişimiz, bir bakıma kişiliğimizi de ele vermektedir.
Karşımızdakiler bize konuşurken, onların konuştuklarını, kendi anlamak istediğimiz gibi mi, yoksa onların anlatmaya çalıştıkları gibi mi anlamaya çalışıyoruz.
Eğer kendi anladığımız gibi algılamaya başlıyorsak o zaman dinlemenin önüne anlama engelini koyuyoruz demektir.
Çocuğun iyi dinleyen anne-babanın, hastasını dinleyen doktorun, yine öğrencisini iyi bir şekilde dinleyen öğretmenin başarılı olmaması mümkün mü?
Yine vücudumuzu dinlemesini bilmiyorsak, bedenimizin feryatlarını hiç duyamayız. Duysak bile anlamayız. Anladığımızda da geç kalmış olabiliriz.
Bu arada her konuşanın da dinlemenin zor olduğunu belirtelim. Hep siz konuşur, alabildiğine yüksek sesle konuşur, karşınızdakine hiç söz hakkı vermezseniz, sizi dinlemediklerini anladığınızda, karşınızdakinin kolunun yerine kendi çenenizi tutmazsanız, insanlar sizi dinlemekte zorlanacaklar ya da dinlemekten vazgeçeceklerdir.
İyi bir dinleyici olmak, sizin daha huzurlu bir insan olmanızı sağlar. Çünkü sizi acele cevap yetiştirme baskısından kurtarır.
Daha iyi bir dinleyici olmak, sizi sadece daha sabırlı bir insan yapmakla kalmaz, ilişkilerimizin kalitesini arttırır.
Söylediklerini dinleyen insanları herkes sever. İnsanları çok iyi konuşmakla değil, çok iyi dinlemekle etkileyebilirsiniz.
SINAV AMAÇLI EĞİTİM
Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünü kazanan öğrencilerin olduğu sınıfa hoca ilk derse girer. Çocuklara şöyle bir soru sorar. “Niçin Boğaziçi Üniversitesi ve niçin Bilgisayar Mühendisliği?”
Sınıfta tık yok. Orta sıralardan ezile büzüle parmak kaldıran bir öğrenci şöyle der: “Hocam seçenekleri söyleyin”
Çocuklar çok zekidirler. Boğaziçi’ni kazandıklarına göre buna şüphe yok. Ancak bir sorun var: Aldıkları eğitimin niteliği. Sınav kazanma amaçlı ve çoktan seçmeliye dayanan bir eğitim. Sonuç da bu zeka düzeyine sahip öğrencilerin bile kendini ifade edemeyişleri…
Günümüz eğitim sisteminde sınav, araç olmaktan çıkmış, amaç haline gelmiştir. Bu sistemde neyi öğrendiklerinin, neyi öğrenmediklerinin hiçbir önemi yoktur.
Zira bu eğitim anlayışında:
– Eğitimin birinci ilkesi, sınav kazanmaktır.
– En iyi öğrenci, sınav kazanan öğrencidir.
– En iyi öğretmen, sınav kazandıran öğretmendir.
– En iyi aile, çocuğunu sınava en iyi hazırlayan ailedir.
– En iyi okul, sınav kazandıran okuldur.
Anlayacağınız, uygulanan sınav sistemi de çocukları bir bilgi işlem makinesi gibi görmekte, sonuçları da buna göre değerlendirmektedir.
Oysa doğru eğitimin ilkesi, insan kişiliğini geliştirmek, doğru davranışlar kazandırmak olmalıdır. Ne yazık ki öğretmenlerde bu ölçülere göre yeniden tanımlanmakta, yeniden biçimlenmektedir. Öğrenci üzerindeki davranışlarının ne kadar olumlu ya da ne kadar olumsuz bir etki yapacağının farkında olmayan öğretmen tipiyle karşı karşıyayız.
Yeri gelmişken yazmadan geçemeyeceğim. “Kitap okuma, test çöz diyen” Türkçe öğretmeni tanıdım. Hayretler içinde kaldım.
Öğretmen de ne yapsın çıkış yolunu” Sınav kazandıran öğretmen olmakta” buluyor.
Şimdi düşünelim.
– Aileler düşünmeyen, sormayan, sorgulamayan, sadece yüklenen bilgiyi geri veren insanlar yetişsin diye mi bunca maddi ve manevi sıkıntılara katlanıyor?
– Çocukların, gençlerin yılları bunun için mi alınmalıdır?
– Öğretmenler bu tip bir eğitim vermek için mi yetiştirilmelidir?
– Bu yapılanlar gerçekten eğitim midir?
– Mutlu insan, yaratıcı insan, yetkin insan bu sistemin neresindedir. Allah aşkına!..