Yazarlar
ÇÖZÜLEMEYEN SORUNLAR
Yazarımız Dündar Özseçen adeta afete dönüşmüş sorunu kamu oyunun gündemine taşıdı.
Ülkemizde ve dünyada gelişen olaylar öylesine baş döndürücü bir şekilde gündemimizi meşgul ediyor ki, toplum olarak bizleri de peşinden sürükleyip gidiyor. Tabii bu arada kendi sorunlarımızı tartışıp kamuoyunun dikkatini çekecek bir düzeye getiremiyoruz. Gerek ekonomik, gerek sosyal olarak etkilendiğimiz devasa sorunlar adeta görmezden gelinerek hasır altına süpürülüyor.
Oysa ki son yıllarda Karacabey’imizde, Karacabey Ovası’nı adeta perişan eden Manyas Gölü’nün sularının, çeltik ilaçlaması sonucunda tarım ot ilaçlarıyla kirlenmesinden dolayı Karacabey’imizin güzide, verimli tarım arazilerinde tarım yapmak, verimli üretim yapmak neredeyse giderek imkânsız hale gelmektedir.
Bugün Karacabey’den arabanıza binip Karacabey ova köylerine doğru yola çıkın. İlk köyden başlayarak son köye kadar uğrayacağınız, karşınıza çıkan çiftçiler, üreticiler ile sohbet edin. Hepsinin acı ama gerçek olan, tarlasına ektikleri ürünlerinin Manyas Gölü’nden sulama kanallarına pompalanan su yüzünden ürünlerine zarar verdiğini ve bundan dolayı büyük bir verim kaybı yaşadıklarının serzenişleriyle karşılaşacaksınız.
Tüm üreticilerin binbir çile ve maliyetle ortaya koydukları emeğin, ekip diktikleri ve meydana çıkardıkları ürünlerinin gözlerinin önünde perişan olduğu ifadelerini, acı ama gerçek olarak göreceksiniz. Ürünlerin sararıp solduğunu, kontrolsüz bir şekilde etkilendiğini, bundan dolayı dekar başına alacakları verimin azaldığını, hatta bu suların bazı tarlalarda hiç verim alamamaya kadar gittiğini, tarlaların hasat yapmadan bozulduğunu duyacaksınız.
Çiftçi, üretici, köylümüz haykırıyor, sızlanıyor. Ova toprağı her geçen gün kendisini ekip dikenlerin hak ettiği kazancı ve bereketi tarım emekçisine verememektedir. Çiftçimiz her geçen gün ve yılda zarar etmekte, topraklarını ekip dikmeye adeta korkar haldedir. Bu da giderek hem ekonomik hem de emek kaybına sebep olmaktadır.
Son zamanlarda ortaya çıkmıştır ki, yer altı sularıyla derin kuyulardan yapılan sulamalarda ürünlerde hiçbir sorunun olmaması, Manyas Gölü’nden pompalanan sularla yapılan sulamalarda ürünlerin etkilendiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu konuda bütün köylüler ve üreticiler hemfikir olmuşlar ve bundan dolayı gücü yeten üreticiler ve arazi sahipleri, arazilerine derin kuyu vurdurarak uğradıkları zarardan bir nebze olsun kurtulma çabasına girmişlerdir. Tabii ki derin kuyu ve yer altı sulamasının ileride ova topraklarına olumsuz yönde nasıl yansıyacağı merak konusudur.
Aslında buna benzer bir sorun da yıllardan beri Mustafakemalpaşa sulamalarında mevcuttur. Sulara karışan bor kimyasalından şikayetler her geçen gün artmaktadır. Ama üzülerek ifade etmek isterim ki ne Mustafakemalpaşa Ovası’ndan ne de güzide Karacabey Ovası’ndan yükselen feryatları hiçbir yetkili bu konularla ilgili sorumluluğu üzerine almak istememektedir. Hatta duymazdan gelip “Ağlayan ağladığıyla, bağıran bağırdığıyla kalır.” diyerek görmezden gelmeye devam etmektedirler.
Adeta “Ölenler ölür, kalan sahalar bizimdir.” mantığı ve kolaycılığı gösterilmektedir. Oysa ki ilçemizin ve bölgemizin başta mülki amirleri, yerel yönetimleri, sulama birlikleri, sivil toplum örgütleri, ziraat odaları üyeleri yanıp tutuşurken niye susup dururlar, bu konuyu ivedilikle siyasete ve devlet yetkililerinin önüne getirmezler, anlamakta güçlük çekiyorum.
İl ve ilçe tarım müdürlükleri bu durumlarda sorumlu olmayacaklarsa ne zaman olacaklar!? Zaten girdi maliyetlerinin her gün yükselmesiyle tarım yapmakta her geçen gün zorlanan üreticimiz ve tarım emekçimiz bu duruma daha ne kadar dayanacak, merakla bekliyoruz.
Karacabey’imizin her beldeye nasip olmayan tarım arazileri, birkaç çeltikçinin kirlettiği bu sulardan ürünlerini sulamaya daha ne kadar maruz bırakılacaklardır? Yoksa havlu atılıp üzerinde tarım yapılamaz hale mi gelmesi beklenmektedir?
Şimdi çağrımız, her şeye rağmen umutlu olmak, bu sorunun ortak akılla çözülmesinden yanadır. Ortak akılda, sağduyuda birleşerek önce topraklarımızı, sonra çiftçimizi, sonra üretim kayıplarımızı minimuma indirip bu topraklardan yıllardan beri karnını doyurma mücadelesi veren insanlarımızı uğradıkları zararların telafisini mümkün kılalım.
Belki yarın çok geç olabilir, gecikmeden bu mücadeleye bugünden başlayalım. Hem ülkemiz hem insanımız kazansın, mutlu olsun.
Cumhuriyetimizin 102. yılını kutladığımız bu günlerde, halkımızı mutsuz eden bu sorunların artık sorun olmaktan çıkması dileğiyle… Çünkü Cumhuriyet, kimsesizlerin sesidir. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Selamlar…
Yazarlar
ÇOCUĞU ÇOCUKLUKTA ÖLDÜRMEK
İkitelli’deki işyerinden Beşiktaş`taki evimize doğru yol alıyoruz.
Trafiğin sıkıştığı her noktada elinde kağıt mendiller yada cam silme fırçaları ne bileyim küçük su şişeleri olan çocuklar atlıyor arabaların önüne. Şu kış günlerinde soğuktan yüzü gözü morarmış, üstleri başları perişan, üç beş kuruş uğruna ölümle dalga geçiyorlar adeta.
Ya da gittiğiniz gecekondu mahallerinde çamurlara gömülü daha çok kulübeye benzeyen evimsi bir yapının kapısından arı oğlu gibi sokağa çıkan çocuklar. Ellerinde bir parça kuru dilim ekmek, küçücük dişleriyle kemirmeye çalışıyorlar.
Daha 14’ünde 2 inek değerinde başlık parasına satılan kız çocukları.
Özellikle kırsal kesimlerde daha çokta ülkemizin belirli yörelerindeki kız çocuklarının;
Yüzleri vardır ama, sevmeleri yasaktır.
Duyguları vardır ama aşık olmaları yasaktır.
Akılları vardır ama kendilerine ait kararları almaları yasaktır.
Aksine davranmalarının cezası ölümdür.
Kimileri de dilenmek için yetiştirilmiştir. Hatta bu mesleği(!) icra edebilmeleri için özel olarak eğitilmektedirler.
İşini yaparken es kaza başkalarının çalışma bölgesine girecek olurlarsa Bedrettin`in başına gelenler gibi öldüresiye dövülüp yol kenarına atılı verirler. Eh! Her işte olduğu gibi dilencilerde çeteleşmişler. Yabancıya yaşam hakkı yok.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım çocuk manzaralarında gördüğüm gerçek, vardığım sonuç; bu çocuklar yaşamıyor. Daha çocukluklarında öldürülmüş. Sadece nefes alıp vermeyi yaşamak kabul edersek ne ala.
Geçenlerde gazetede bir haber gözüme ilişti. “HARANLI HÜSEYİN`İ KÖPEK ISIRDI VE HÜSEYİN SONUNDA ÖLDÜ.” Haber şöyle devam ediyordu.
Anne Hayriye Erçal gazetecilere;
“Oğlum ağlayarak köpek elimi ısırdı dedi. Eşim çalışmaya Mersin`e gitmişti. Ben de kadın başıma bir yere gidemezdim. Aradan 40 gün geçtikten sonra oğlum sudan, ışıktan korkmaya başlayınca hastaneye götürdük.” diyerek göz yaşı dökmüş.
8 yaşındaki Urfalı Hüseyin`i kim öldürdü dersiniz?
Hüseyin`i parmağını ısıran kuduz köpek öldürmedi.
Köpek tarafından ısırılan çocuğu derhal doktora götürmeyen anne öldürmedi. Çünkü böyle bir bilinci yoktu Hayriye Erçal`ın.
Yıllardır 18 milyar dolar para dökülen GAP`a rağmen, Çukurova`ya ırgatlığa giden babası da öldürmedi.
Kimler öldürdü biliyor musunuz?
Yöre insanını HASTA-DOKTOR ilişkisini kuramayacak kadar cahil bırakanlar öldürdü.
Çocuklarına ekmek parası kazanmak için, babayı gurbete gitmek zorunda bırakanlar öldürdü.
Buralara yatırım yapıpta yöre insanlarına iş, aş olanağı tanımayanlar öldürdü.
Her fırsatta Kürt halkının temsilcileri olduklarını söyleyen ama bir türlü yüzde onu`nun temsilcisi olmayı başaramayan, üstüne üstük çeteleşip, buralara giden devlet yatırımlarını baltalayanlar öldürdü.
Yöreye aydınlanma götüren öğretmeni, sağlık hizmeti veren doktoru, güvenliği sağlayan askeri, polisi katledenler öldürdü Hüseyin`i.
Sayın yetkililer; yoksulluktan çatırdayan yuvaları birkaç torba kömürle kurtaramazsınız. Sizin göreviniz herkesi iş sahibi yapmaktır. Sonra da her aile üç çocuk yapsın söylemi yerine “HERKES BAKABİLECEĞİ KADAR ÇOCUK YAPSIN” demek olmalıdır. Yazık oldu Harranlı Hüseyin`e. Bu dünyayı “küçücük bir gemicikle” değil ama küçücük bir tabutcuk`la terk etti.
İnanıyorum ki Hüseyin`in minnacık elleri kıyamet günü yukarıda saydığım suçluların iki yakasında olacaktır.
Yazarlar
BATI ATATÜRK’Ü NİÇİN SEVMEZ
Batı´nın büyük devletleri Kemalizm´i kendileri için hep tehlike olarak görmüşlerdir. Hala da görmektedirler onların çıkarlarına Ortadoğu´nun çağdışı prenslikleri, şeyhlikleri krallıkları uygun düşmektedir.
Bu nedenle de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Kurtuluş Savaşı´nda padişah Vahdettin´i desteklemişlerdir.
O dönemle ilgili olarak bir İngiliz yüzbaşı olan Armstrone bir raporunda şöyle der;
Padişahın lehinde bulunmak bize göre en sağlam siyasettir. Her emrimizi yerine getirmeye hazırdır.
Vahdettin güdümündeki bir dernek bildirilerinde şunları söylüyordu:
Yunan ordusunun, halifenin ordusu sayılması gerekir. Asıl kafaları koparılacak mahluklar Ankara´dadır. Kim ki, milliyetçilerle beraber Yunana karşı gelirse, şeran kâfirdir.
Padişah Vahdettin´in Adliye Nazırı Ali Rüştü ise, Yunan ordusunun başarısı için dua edilmesini istiyordu.
Türkiye´ye o günlerde birkaç kez gelen Arnold Toynbee şöyle diyordu;
Yeryüzünde hiçbir devrim, Kemalist Türk Devrimi kadar şaşkınlık yaratmadı.
Atatürk hiçbir yurtdışı geziye çıkmadığı halde ünlü devlet adamları, krallar, şahlar, başbakanlar Ankara´yı ziyaret kuyruğunda idiler.
Batı Atatürk´ü istemedi. Çünkü çıkarlarına aykırıydı. Bunun dört temel nedeni vardır.
Birincisi
Laik-Demokratik Kemalist Model: İhraç etmeye elverişli değildir. İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar.? Ilımlı İslam ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, batının çıkarlarına daha uygundur. Üstelik petrol zengini Ortadoğu ülkeleri için bu model tehlikelidir.
İkincisi
Kemalizm´in temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ilke de batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğu´da büyük bir güç olmamalıdır.
Üçüncüsü
Türkiye´nin Kürtlere özerklik vermesi peşinden federasyonu getirir. Bir adım ötesi komşu devletin (Irak´ın) parçalanıp, bağımsız bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Başta ABD ve batıya muhtaç bir devlet her zaman en iyi çözümdür.
Ancak bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye´de Atatürk ilkelerinin ortadan kaldırılması gerekir.
Dördüncüsü
Yenidünya düzeninde (Küreselleşme), uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel Ulusal devlettir. Türkiye´de Atatürkçülük yıkılmadan, Ulusal Devlet´in de yıkılması mümkün görünmemektedir.
İşte ABD ve Avrupa´da dün var olan bugün var olmaya devam eden ve hiç kuşkunuz olması yarın da varlığını sürdürecek olan bu düşüncelere karşı gözümüzü dört açmalıyız. İçte ve dışta olup bitenin farkında olmalıyız.
Aslında Atatürk batılılaşma derken uygarlaşmayı kastetmiştir. Bunu yaparken de kendi ulusunun ulusal özelliklerini koruma kararlığını göstermiştir.
Atatürk ne yabancı sermayeye karşı olmuştur ne de başka uluslarla iş birliğine. Ama vazgeçilmez koşulu Eşitlik ilkesidir.
Yabancı sermayeye evet, ulusal çıkarların ve bağımsızlığın yara almaması koşuluyla.
Bir kez daha yineleyeyim. Batının sevmemesine, hatta batıya karşın Kemalizm´ bir uygarlaşma hareketidir.
Yazarlar
DEPREMDE KARACABEY NE KADAR GÜVENLİ?
Son günlerde kafamda aynı soru dönüp duruyor:
“Karacabey gerçekten ne kadar güvenli?”
Eskiden bu soruyu kendime pek sormazdım. Çünkü deprem sanki bizim için uzaktaki bir felaketti. Televizyonda gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz, ama bizim başımıza gelmeyecek bir olay gibiydi.
Ama son aylarda, özellikle Sındırgı merkezli depremler sonrasında hepimiz anladık ki; deprem artık kapımızın eşiğinde. Hatta belki çoktan içeri girdi bile.
Her sarsıntıda aynı düşünceler gelip oturuyor zihnimin bir köşesine:
Evim ne kadar sağlam?
İşyerimin bulunduğu bina dayanıklı mı?
Her gün oturduğum kahve, alışveriş yaptığım market, çocukların gittiği okul ne kadar güvenli?
Ve daha büyük bir soru:
Ya yaşadığımız bu şehir, Karacabey, ne kadar güvenli?
Faylar çevremizi sarmış durumda
Bu sorunun cevabını ararken küçük bir araştırma yaptım. Ve karşıma çıkan tablo, açıkçası beni oldukça tedirgin etti. Bende bunu Karacabey halkıyla paylaşmak istedim.
Çünkü Karacabey ve çevresi, çok sayıda aktif fay hattıyla çevrili.
Yani, sadece uzaktaki bir tehlikeden değil, bizi doğrudan ilgilendiren bir riskten söz ediyoruz.
İşte Karacabey’e en yakın ve potansiyel olarak yıkıcı etki yaratabilecek bazı fay hatları:
Uluabat Fayı: 7 büyüklüğünde deprem üretebiliyor.
Karacabey Fayı: 6 ve üzeri büyüklükte.
Mustafakemalpaşa Fayı: 7 ve üzeri.
Zeytinbağı Fayı: 7 ve üzeri.
İznik Fayı: 7.5 ve üzeri.
Gemlik Fayı: 7.5 büyüklüğünde.
Manyas Fayı: 6.5 büyüklüğünde.
Bursa Fayı: 7.5 büyüklüğünde.
Yenişehir–Kayapa Fayı: 7.5 ve üzeri.
Orhaneli Fayı: 6 ve üzeri büyüklükte.
Yaptığım araştırmada uzmanların ortak görüşü şu:
“Bu fayların büyük bir kısmı uzun süredir enerji biriktiriyor. Yani, tekrarlama zamanları gelmiş hatta bazıları için geçmiş durumda.”
Zemin sağlam değil, risk büyük
Karacabey’in jeolojik yapısına baktığımızda tablo biraz daha kararıyor. Bölge, tarih boyunca denizin çekilmesiyle oluşmuş alüvyon bir ova üzerine kurulmuş.
Kum, kil ve çakıl karışımı zemin — yani jeolojik adıyla “Genç Çökel” — deprem sırasında enerjiyi yutmak yerine büyütüyor.
Bu da şu demek:
Deprem olduğunda, bu zemin üzerindeki yapılar daha fazla sarsılıyor.
Üstelik ilçemizin büyük bölümünde yeraltı suyu seviyesi çok yüksek.
Bu durum “sıvılaşma riski” doğuruyor. Yani, bir deprem anında toprak, su gibi davranıyor; zemin taşıma gücünü kaybediyor.
Sarsıntı sırasında binaların kayması, devrilmesi, temellerin çökmesi işte bu yüzden oluyor.
Binalar ne kadar güvenli?
Bugün Karacabey’de 20–30 yıl önce yapılmış çok sayıda yapı var.
O dönemdeki deprem yönetmelikleri bugünküler kadar sıkı değildi. Yani, o binaların birçoğu yeni yönetmeliklere göre riskli sayılabilir.
Dahası, geçmişte en fazla 2–3 katlı evler varken, şimdi aynı zemin üzerinde katlar yükseliyor.
Peki bu ruhsatlar hangi zemin etütlerine göre veriliyor?
Yapı denetimleri yeterli mi?
Bu soruların mutlaka net, şeffaf cevaplara ihtiyacı var.
Ayrıca Bitişik Nizam yapılaşma ise ayrı bir risk. Depremde bir bina çökerse, hemen yanındakini de peşinden götürebiliyor. Dar sokaklarda yolların kapanması, arama kurtarma ekiplerinin ulaşamaması gibi zincirleme tehlikeler ortaya çıkıyor.
Uzmanlar uyarıyor
Görüşlerine başvurduğum jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisleri birkaç noktada hemfikir:
“Karacabey’in zemini zayıf, sıvılaşma riski yüksek. Fay hatları aktif, tekrarlama süreleri doldu. Depreme hazırlık planı mutlaka güncellenmeli. Acil toplanma alanları belirlenmeli, halka açık şekilde paylaşılmalı. Binalar ve köprüler düzenli olarak denetlenmeli. Halk bilinçlendirilmeden gerçek bir hazırlık yapılamaz.”
Bir mühendis şu cümleyi kurdu, aklımdan çıkmıyor:
“Depremi engelleyemeyiz ama bilgisizlikle birleşirse, o zaman felaket olur.”
Ne yapılmalı?
Depremi konuşmak moral bozucu olabilir, ama görmezden gelmek daha tehlikeli. Bu yüzden yapılması gerekenleri açıkça söylemek zorundayız:
Karacabey için kapsamlı jeolojik ve jeofizik haritalar hazırlanmalı, halka açık hale getirilmeli.
Acil durum planı her yıl gözden geçirilmeli ve tatbikatlarla desteklenmeli.
Yollar, kamu binaları, hastaneler… Hepsi düzenli olarak dayanıklılık testlerinden geçmeli. Çünkü bu yapılar sadece taş ve betondan ibaret değil; bir kentin güvenli geleceğini temsil ediyor.
Özellikle köprüler! Çünkü köprüler, bir ilçenin nefes borularıdır. Karacabey’e giriş ve çıkışların büyük kısmı köprüler üzerinden sağlanıyor. Olası bir afette bu köprülerin zarar görmesi, sadece ulaşımı değil, hayatı da durdurur. Yardım ekiplerinin ilçeye ulaşamaması, saniyelerin bile hayati önem taşıdığı anlarda büyük bir felaket anlamına gelir.
Bugün değilse bile, bir gün bu testlerin eksikliğiyle yüzleşmek zorunda kalabiliriz. O yüzden köprülerimizi, yollarımızı, kamu binalarımızı sadece bugünün konforuyla değil; yarının güvenliğiyle de ölçmek zorundayız.
Ayrıca riskli ve harabe durumdaki binalar için kentsel dönüşüm planı uygulanmalı.
Halk eğitimi ve arama kurtarma kursları yaygınlaştırılmalı.
Toplanma alanları belirlenip, tabelaları net şekilde yerleştirilmeli.
Okullarda deprem tatbikatları sadece formalite değil, hayat kurtaran eğitimler haline getirilmeli.
Asıl soru: Biz hazır mıyız?
Bugün uzman görüşleri ve gözlemlerim bana şunu söylüyor:
Evet, Karacabey’i de etkileyecek bir deprem olacak. Ama asıl mesele, “ne zaman olacağı” değil; biz buna ne kadar hazırız?
Belediyemiz, Kaymakamlığımız, İtfaiye, AFAD…
Her kurum kendi üzerine düşeni yapıyor mu?
İtfaiye ekipleri depremde oluşacak yangınlar için hazır mı? Yeterli teçhizatı var mı?
Yoksa bu konu da diğer gündemler gibi birkaç gün konuşulup sonra unutulacak mı?
Ben, bu soruları sadece bir gazeteci olarak değil, bu şehirde yaşayan biri olarak soruyorum. Çünkü bir gün gerçekten büyük bir sarsıntı olduğunda, bu soruların cevabını değil, sonuçlarını yaşayacağız. O nedenle vebal almayalım!
Depremi engelleyemeyiz. Ama hazırlıklı bir şehir, bilinçli bir toplum, denetlenen binalar, açık ve şeffaf yönetimlerle yıkılmadan da ayakta kalabiliriz.
Unutulmasın ki gerçek güvenlik, fayların ne kadar uzakta olduğu değil; önlemlerin ne kadar yakında olduğudur.
-
Bursa Bölge6 yıl agoKaracabey’de cinayet: 1 ölü
-
Genel11 ay agoKARACABEY BELEDİYESİ’NDE GÖREV DEĞİŞİKLİKLERİ
-
Bursa Bölge11 ay agoKARACABEY AK PARTİ BURSA’DA YER BULAMADI
-
Ekonomi6 yıl agoSütaş’tan “Tereyağı” açıklaması
-
Bursa Bölge6 yıl agoRABBİMİZ BİZDEN NELER İSTİYOR
-
Bursa Bölge6 yıl ago“Türkiye, Doğu Türkistan’a sahip çıkmalıdır”
-
Güncel2 yıl agoİYİ VE KÖTÜ AHLAK
-
Genel2 yıl agoKARACABEYLİ DUAYEN SANATÇI SEVENLERİNİ ÜZDÜ




Warning: Undefined variable $user_ID in /home/u2093656/public_html/wp-content/themes/zox-news/comments.php on line 49
You must be logged in to post a comment Login