Ahmet Aygün Ata
Altay dağlarında çok güzel bir Atasözü var: “Türk’ün vicdanı ve her insan için adalet isteğiyle kendine yaptığını düşmanı yapmadı.”
On bin yıla dayanan bir geçmişe sahiptir Türk ulusu. Toprağı ilk işleyen, çoban dönemini başlatan, avcılığı başlatan, atı, ineği, öküzü eğitip kullanan, ilk sulama sistemini yapan bir ulustur Türk milleti.
Bunu göç ile her yere götürmüş. Mezopotamya’da ilk sulama sistemi kurmuş. At çobanlığı Avrupa’da ilk kez Almanya görülür, Kafkasya yolu ile Avrupa’ya inen Öncü Türkler’in gittiği kanıtlanmıştır.
Kurduğu devlet ve imparatorluklarda tarım baş tacıydı. Ne zaman ki Türk kültürünü, Türk köylüsünü, Türk tarımını göz ardı etti. O koca devletler, imparatorluklar ya çöktü, ya başka ulusların güdümüne uğradı.
Günümüze dek uzanan Türk köylü ve tarımını Batı’ya teslim etme ya da dolaylı olarak yok etme süreci Osmanlı hanedanının en büyük ihanetlerinden biridir.
Fethettiği her ülke halkına ayrıcalıklar tanımada kantarın topuzunu kaçırdı. Uluslar kendi toprağını rahatça ekip biçerken, tohumunu elde edip gelecek kuşaklara aktarırken, imparatorluğun özü Türkler ikinci, üçüncü hatta en son plana itildi. Yükselen yoz Arap tutkusunu din üzerinden adeta tabulaştıran ulema sınıfı milliyetini reddetti. Reddetmenin ötesinde devlet içinde Türk sözcüğü yasaklandı. Hakaretle anıldı. Ancak iş asker bulmaya geldiğinde Türk köylüsünden oğullarını bir padişahın şanı için almayı hiç bırakmadı. Türk, Türk köylüsü padişahın şanı için dünyanın en uzak köşelerinde şehit oldu, gazi oldu. Yarım yamalak döndü köyüne.
Avrupa rönesansı, sanayi devrimini yaşarken devletin en üst kademelerine yerleşmiş devşirmeler, yoz Arap tutkunu yobaz ulema sınıfı her şeye günah dedi.
Türk’ün içindeki cevheri bilen Atatürk, Türk köylüsünün üretmek uğruna neler yaptığını çok iyi biliyordu. Önce Bağımsızlık Savaşı’nı, ardından dünyanın en büyük ekonomik devrimini Türk köylüsü ve evlatları ile gerçekleştirdi.
Kemalist devrimlerin yozlaştırılmaya, budanmaya başladığı 1940’lar sonrası tam anlamıyla Batı tapıcısı 1950’lerin iktidarı geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline ilk dinamitler o dönem konulmaya başlandı. Din üzerinden yobazlık yeniden devletin içine girmeye başladı. İç ve dış siyaset o bağnaz ilişkiler ile belirlendi.
Diyeceksiniz ki, dine düşman mısın? Katil İsrail feryatları atıp ardından İsrail’in hibrit tohumlarıyla, Amerika’nın bozuk tohumlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni peşkeş çekenlere düşmanım. Dinime değil. O peşkeş çekenlerin uydurduğu dine düşmanım, İslam’a değil!
Ulusal Devlet, 1980’lere dek bu işbirlikçi düşüncelere direndi. Direnenler katledildi. İktidara şu ya da bu biçimde sokulmuş soysuzluklar eliyle bu yurtsever ve ulusçu insanlar bir bir bertaraf edildi.
1980 Amerikancı darbesi bir “tonton” sundu Türk ulusuna. “Çağ atlayacağız” dedi. “Her yol serbest” dedi. “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” dedi. “Benim memurum işini bilir” dedi. “İşbitiriciydi, çok şükür”…
Darbenin yarattığı ANAP dedi ki; “Çiftçi devletin sırtında kamburdur, batıda böyle değil.” Ama Batıda olanı söylemiyordu. Batı, tarıma inanılmaz ayrıcalıklar tanıyordu. Köstek değil destek had safhada idi. Fazla üretimi dünyaya satıyor, dünya tarım piyasasını belirliyordu. 1950’lerde delice zeytinleri İspanya’ya, İtalya’ya bedava veren DP iktidarı, dünyanın zeytin cennetini cehenneme çevirmenin ilk adımını attı.
1980’ler ve 2000’lerde yüzlerce, binlerce yıllık Türk tohumları “tü kaka” ilan edildi. Ekilmesi, çoğaltılması yasaklandı. Ekenlerden hapse atılan bile oldu. Binlerce liralık ceza ödeyen de oldu. Emperyalist Batı’nın tohum ve ilaç şirketleri Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını zehirlemeye de, tohumlarını çalıp götürmeye de devam etti ve ediyor.
Batı o karanlık döneminden, geri kalmışlığından fethedilmesine karşın kendi toprağını ekerek, tohumunu koruyarak çıktı. Ardından da ekonomik egemenliğini bu tohumdan sömürgeciliğe yönelterek ilan etti.
Türkiye Cumhuriyeti, kapanan fetihler döneminden sonra en büyük devrimi yapmıştı. Dünyanın bugün bile şaşkınlıkla karşıladığı, yalnızca 20 yıl bile olmayan sürede hem Bağımsızlık Savaşı’nı, hem ekonomik savaşını yaptı. Bunu sağlayan neydi? Türk ulusunun genlerinde var olan her şeye karşın, her olumsuzluğa karşın üretim kültürü, binlerce yıllık Tarım kültürüydü. Atatürk de bunun bilincindeydi. Mensubu olduğu ulusun genlerini taşıyordu çünkü! Ne diğer ulusları necip görmüş, ne batıyı ulaşılmaz görmüştü.
Yok edilmek işte budur. Türk kültürü, üretim kültürü, tarım kültürü.
Bu binlerce yıllık temel yok edilirse Türk ulusu tutsak edilebilir, Anadolu’da azınlığa düşürülebilirdi.
Bunun yolları vardı.
Bir; hiç bir zaman Halk/Ulus olmamış sözde bir etnik gruba devlet kurdurmak.
İki; kurdurduğu, var ettiği soysuz cemaat ve tarikatlar ile din üzerinden birleştirilebilir diyenleri desteklemek.
Üç; son 30 yılın uygulanan planı Türkiye Cumhuriyeti’nin demografik yapısını değiştirmek.
Ülkemize sokulan Peşmerge, Suriyeli, Afgan göçmenler bu planın uygulanmasıdır. Bunda da temel dinin kullanılmasıdır.
Türk ulusunun uyanma zamanı gelmiştir. Var olan iktidar ile ortakları ve destekçisi siyasi parti aynı görüşlerde. İktidarın çaresiymiş gibi sunulan ana muhalefet ve ortakları da Türkiye Cumhuriyeti’nin çözümü değildir. Yukarıda saydığımız üç maddenin uygulayıcıları da, savunucuları da bu iktidar ve muhalefettir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çözümü tektir, Kemalist Devrim’in tamamlanması şarttır. Bunun içinde Türk ulusu 100 yıl önce nasıl içinden Mustafa Kemal Atatürk’ü çıkardıysa, bugün de Mustafa Kemal Atatürk’leri, onun izinde ölmeye hazır olanları çıkarmak zorundadır.
Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yılına mal olmuş geri götürülüşün hesabını en ağır biçimde günümüzün iktidar, muhalefet, ortakları ve destekçilerinden sormak zorundadır.
“GEREKSİNDİĞİ GÜÇ, DAMARLARINDAKİ SOYLU KANDA VARDIR”…