İsmail Hakkı Özsarı
Yaşlı bir adam nehrin kıyısında balık tutuyordu. Ama saatlerdir oltasına bir balık takılmadan boşu boşuna oturuyordu. Sıcak hava, şişelerce bira uykusunu getirmişti. Güçlü bir balık oltaya takılıp, misinayı hızla hareket ettirdiğinde tamamen hazırlıksızdı. Dengesini kaybedip suya düştü.
Küçük bir çocuk olup bitenleri ilgiyle izlemekteydi. Adam sudan çıkmaya çabalarken babasına dönüp sordu; “Baba bu adam mı balığı tutuyor, yaksa balık mı adamı tutuyor?”
İnsanoğlu bir balığı tutamıyor, balık onu tutuyor.
Nerede parayı görse kendisi olmaktan vazgeçiyor.
Nerede gücü, prestiji görse değişiyor. Hayatının özünü oluşturan ve ona anlam katan değerleri, mutluluğu, sevinci, coşkuyu unutuyor.
Her zaman dıştakilerle, içindekilerin pazarlığını yapıyor. Ve dıştakini elde edeyim derken içtekini kaybediyor.
Ne yazık ki bize böyle öğretildi. Halen de böyle öğrenmeye devam ediliyor: Sahip olacaksın.
Hükmedeceksin. Başkalarından daha çok paran olmalı.
Başkalarından daha çok bilgili ve başarılı olmalısın.
Çok kurnaz olmalısın. Daima sömüreceksin, ama asla sömürülmeyeceksin.
Rekabetçi olacaksın.
Oysa amacına uygun gerçek bir eğitimde şunları görmeliyiz:
Rekabet içinde olma. Rekabetin olduğu yerde dostluk da olmaz. Dostluğun olmadığı yerde de mutluluk olmaz.
Kendini başkalarıyla karşılaştırma. Yaratıcı, sevgi dolu, mutlu ol.
Sadece birinci ve en iyi olduğunda mutlu olunmaz. Birinci olayım derken kendini perişan edersin.
Ne yaparsan yap, sonuçları için değil, eylemin kendisinden hoşlanmaya bak.
Yani bir seçim yapıyorsan onu en güzel ve birinci olmak için yapma. Zira gerilirsin yaptığın işten zevk almasın.
Asla bir başka insanın mutsuzluğu pahasına mutlu olmaya çalışma. İçinde herkesin birazcık coşku duyabileceği ortamlar yarat.
Sevgili okurlarım, işte insanlar bu sıraladığım amaçlar doğrultusunda eğitilseydiler, dünya ne kadar güzel olurdu…
KARŞIMIZDAKİNİ DİNLEYEREK VAR EDERİZ
Bakmakla görmek farklı şeylerdir. Durmakta dinlemekte öyledir. Biri konuşur. Diğeri dinler gibi yapar. Aslında anlamını vermediği bir takım sesler duymaktadır.
Lokallerde, kahvehanelerde halk televizyonlarında ne kadar çok rastlarız böyle diyaloglara.
Aslında karşısındaki konuştuğu sürece, o sadece vereceği cevapları tasarladı.
Duydu ama dinlemedi.
Dinlemeyi beceremeyişimiz, bir bakıma kişiliğimizi de ele vermektedir.
Karşımızdakiler bize konuşurken, onların konuştuklarını, kendi anlamak istediğimiz gibi mi, yoksa onların anlatmaya çalıştıkları gibi mi anlamaya çalışıyoruz.
Eğer kendi anladığımız gibi algılamaya başlıyorsak o zaman dinlemenin önüne anlama engelini koyuyoruz demektir.
Çocuğun iyi dinleyen anne-babanın, hastasını dinleyen doktorun, yine öğrencisini iyi bir şekilde dinleyen öğretmenin başarılı olmaması mümkün mü?
Yine vücudumuzu dinlemesini bilmiyorsak, bedenimizin feryatlarını hiç duyamayız. Duysak bile anlamayız. Anladığımızda da geç kalmış olabiliriz.
Bu arada her konuşanın da dinlemenin zor olduğunu belirtelim. Hep siz konuşur, alabildiğine yüksek sesle konuşur, karşınızdakine hiç söz hakkı vermezseniz, sizi dinlemediklerini anladığınızda, karşınızdakinin kolunun yerine kendi çenenizi tutmazsanız, insanlar sizi dinlemekte zorlanacaklar ya da dinlemekten vazgeçeceklerdir.
İyi bir dinleyici olmak, sizin daha huzurlu bir insan olmanızı sağlar. Çünkü sizi acele cevap yetiştirme baskısından kurtarır.
Daha iyi bir dinleyici olmak, sizi sadece daha sabırlı bir insan yapmakla kalmaz, ilişkilerimizin kalitesini arttırır.
Söylediklerini dinleyen insanları herkes sever. İnsanları çok iyi konuşmakla değil, çok iyi dinlemekle etkileyebilirsiniz.