Yılmaz Katran
Dostlarım; bu gün ülkemizin Cumhuriyet’e kavuşmasının 98. yılını kutluyoruz. Sizlere hatırlatma açısından kısaca Osmanlı’dan Cumhuriyete nasıl geçtiğimizi ve nedenlerini anlatarak başlamayı günün önemi bakımından uygun gördüm. Satırlarım sadece bilinenleri tazelemek için yazılmıştır.
1299 yılında KAYI aşireti olarak Bilecik civarında yaşayan bir beyliğin başı olan OSMAN Bey, diğer beylikleri de etrafında topladı. Birleşen ordular o zamanların Bizans’a ait topraklarında büyümek için savaştılar ve sonrasında da 600 yüz yıl hüküm sürecek bir devlet olan Osmanlı Devleti kuruldu. Bu kuruluş 150 yılda 1100 yıllık Bizans İmparatorluğu’nu da tarihin sayfalarına gömerek İstanbul’u topraklarına kattı. Tarihte yeni bir devrin başlaması Osmanlı’nın bu zaferi ile başladı.
Yıl 1453. Bu yıllardan sonra Osmanlı o kadar büyüdü ki, Afrika’nın kuzeyindeki tüm ülkeleri ve Avrupa’nın İtalya’ya kadar olan Akdeniz sahillerinin kontrolünü ele geçirdi. Viyana’ya kadar tüm ülkeleri fetih ederek onlardan vergiler almaya başladı. Bu durum 1600 yılının ortalarına kadar devam etti. Fakat ne yazık ki o devirdeki padişahların zevki sefaya dalmaları, devleti idare edememeleri yüzünden o koca imparatorluk yavaş yavaş erimeye, büyük zaferlerle kazanılmış yerler elden gitmeye başladı.
1850 senesinde Osmanlı, ‘hasta adam’ diye anılmaya başlandı. Padişahlar kendilerine karşı gelirler diye Avrupa’daki hamleleri, buluşları ülkeye sokmamak için türlü bahanelerle halkını eğitimden uzak tutarak kendini koruyacağını düşündü. Bu arada Hazine tamamen boşaldı. Devletlerden para alamaz duruma düşen Saray, bankerlerden büyük faizlerle para almaya mecbur oldu. Yönettiğimiz Yunanistan, Bulgaristan, Romanya’nın bir kısmı, Arnavutluk, Yugoslavya’nın bir kısmı elimizden çıktı. Öyle bir duruma geldik ki Rus orduları Yeşilköy’e kadar geldiler. En acı olanı ise Rusların yarattığı bu durumdan kurtulmak için tamamen bizim olan Kıbrıs’ı İngilizlere vermek oldu. Bu durum tarihte bizim için kara bir leke olarak yerini aldı.
Padişahların yanlış ve bilgisizce idareleri ile 1914 yılına gelindi. O zamanlar Almanya ekonomik olarak zor durumdaydı. Osmanlı devleti ile anlaşmalar yaparak Osmanlı’yı kendine müttefik yapmıştı. Almanya bu durumlardan kurtulmak için çareyi savaşmakta gördü ve 1. Dünya Savaşı’nı başlattı. İşler umduğu gibi gitmeyince de doğuda bir cephe açarak kendisine savaş açanların kuvvetlerini bölmek ve Osmanlı’yı da harbe sokmak için iki harp gemisini İngiliz ve Fransız gemilerinden kaçma bahanesi ile Çanakkale’den Marmara’ya sokarak bizimde harbe katılmamıza sebep oldu. Osmanlı yenilmemesine rağmen Almanya’nın mağlup olması ile onun da kaybettiği kabul edildi. Ülkemiz müttefik devletleri tarafından parçalanarak Anadolu’nun ortasında çok ufak bir yere mahkum edilmek için zaman işlemeye başladı. Saray ve padişah önüne koyulan her şartı kabul ederek harekete geçmiyordu.
İşte o zaman Libya’da, Arabistan çöllerinde, Ürdün’de, Çanakkale’de destanlar yazarak bir efsane olmuş MUSTAFA KEMAL PAŞA bu ülke öyle ben verdim diyerek teslim olacak bir ülke değil, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM! diyerek 19 MAYIS 1919’da Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı organize etmeye Samsun’dan başladı. Öncelikle halkı bu işi biz yaparız diye inandırdı. Büyük kumandan burada siyasetçi kimliğini de öne çıkartarak o günün şartlarından istifade ederek Rusya’daki kominizim darbesinin başındakilerden 200 bin altın, çok miktarda top, tüfek, mühimmat temin ederek ülkeyi savaşacak bir duruma getirdi. İnsanları o yoklukta kendilerinden 6-7 misli kuvvetli, her şeyi bol, devamlı takviye alan Yunana karşı Türk olarak hepimizin iftihar ettiği, ‘Geldikleri gibi giderler’ diyerek zafere inandırdı. Mustafa Kemal Paşa’nın zaferi sayesinde Güney’de Fransızlar, İtalyan ve Yunanlılar, İstanbul’da da İngilizlerle birlikte 1922’de geldikleri gibi gittiler.
Esas harp işte o zaman başladı. Hazine boş, ülkede kayda değer bir fabrika kuruluş yok, her taraf berbat, ekonomi bitmiş, sarayın borçları da ödenecek. Atatürk cephede ne kadar becerikliyse ülkenin ayağa kalkmasında da becerisi ile önce devrimleri başlattı. İnsanlarına güven vererek, yaşam savaşı verirken, ülkemizin idaresi için en güzel sistemin CUMHURİYET OLDUĞUNU HALKA ANLATARAK 29 Ekim 1923 yılında ilan etti. Sonrası her yıl akla gelmez devrimlerle, öngörüsü ve vizyonuyla bu gün üzerinde yaşadığımız ülkemizi ayağa kaldırdı. Ölene kadar hiç yurt dışına gitmemesine rağmen tüm dünya ülkelerinden krallar, şahlar, devlet adamları ülkemize gelerek Atamızın siyasi dehasını, devrimciliğini ve devlet idaresini hayranlıkla takdir ettiler. Kendisi asrın en büyük insanı olarak tüm dünyaca kabul edilmiş kişiliği ile diğer ülkelerin insanlarına da büyük bir gurur vermiş ve örnek alınmıştır.
Cumhuriyetle birlikte soyadı kanunu çıkınca Türk milleti meclis vasıtasıyla kendisine ATATÜRK soyadını verdi. Çok ileri görüşlü bir insan olan Atatürk’ün söylediği her söz bugün sanki dün söylenmiş gibi kulaklarımızda çınlar.
Bunlardan bir iki örnek paylaşmak isterim; YURTTA SULH CİHANDA SULH ve İSTİKBAL GÖKLERDEDİR.
Yaptığı işlerin en mühimi ülkeyi geleceğin mimarı olduğuna inandığı gençlere emanet etmesidir. Bu gün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlik yüz yılını tamamlıyor. Yeni yüz yıla girerken bu önemli emanete gençlerimizin sahip çıkmaları, güzelim ülkemize yan bakanlara derslerini her an verecek gibi hazır olmaları büyük önem taşımaktadır. Bu da daima çalışmak, okumak, ilmin ve bilimin peşinden gitmek, kendimizi her daim yetiştirmek olmalıdır. Bu hepimizin en önemli ve kutsal görevidir. Bunu asla hiç bir vatandaşımızın ve gencimizin unutmaması gerekmektedir.
Bu duygu ve düşüncelerle, Cumhuriyetimizin 98. yılı kutlu olsun. Daha nice seneler bayrağımız dalgalandıkça ülkemiz ileriye gidecektir. Bizler de sarsılmaz adımlarla onun izinden yürümeye devam edeceğiz.
Saygılarımla.